Günce

Günce
SAVAŞA KARŞI OL!

17 Haziran 2007 Pazar

TEHLİKENİN FARKINDA MISINIZ?

“Knight Online” Tehlikenin farkında mısınız?

Dün yanıma uğrayan 8. sınıfı bitiren bir öğrencimle sohbet ederken günlük yaptıklarından bahsetti.
Okuduğu kolejin lise hazırlık sınıfını geçmesi için dil sınavına hazırlandığını ve bunun için okulun açtığı kursa gittiğini söyledi. Şaşırdım doğal olarak hem sen çocuğa 8 yıl eğitim – öğretim ver sonra liseye geçişte sınava tabi tut garip uygulamalar artık kanıksandı bu ülkede.
Her neyse aslında paylaşmak istediğim bu değildi . Başlıkta belirttiğim “Knight Online” oyunu ve çocuklarımızın nelerle uğraştığını ortaya koymak ve bu nasıl çözülebilir ya da çözülmeli mi? yi tartışmak.
Bu oyun internet üzerinden oynanıyor ve dünya çapında bir çok ülkeden aynı anda bir çok oyuncu oyunu oynayabiliyor. Oyuncu sayısının 3.500.000 kişi civarı olduğu ve bunların 2.000.000 nun Türk kullanıcı olduğu söyleniyor. Oyuna ücretsiz bağlantı yapmanız mümkün ama bağlanmak zor. Eğer bir kısım internet kafeden şifreler satın alırsanız direkt bağlanabiliyorsunuz.
Bu oyunu ücretsiz kullanmak isteyenler daha rahat bağlanılabiliyor diye sabahın 05:00 inde kalkanlar, sürekli bilgisayarını açık bırakıp yarım uykuyla bekleyenler ve bağlanıldığı anda fırlayıp başına oturup saatlerce başından kalkmayanlar olduğunu duyuyorum.
Oyun kendi içinde anladığım kadarıyla bir köy kent ya da bir yerleşim birimi oluşturmak ve bu oluşturduğun yeri kalkındırmak korumak geliştirmek üzerine kurulmuş. Bunları yaparken de bir çeşit savaş entrika hile kurda tekniklerini kullanmak.
Bu oyun kendi ekonomisini , dilini, ahlak yapısını, ilişki biçimlerini yaratmış durumda.
Öğrencim OKS sınavına girdiği Sokullu Mehmet Paşa Lisesinin sınıf duvarlarına bu oyundaki kimi karekterleri kıyafetli ya da kıyafetsiz 100-180 ytl arası satıldığına dair yazılar gördüğünü anlattı. Çok şaşırdım sanal elle tutulmayan kıyafet ya da gerçekte var olmayan bir askere 100-180 ytl vermek benim çok garipsediğim bir şey, ama öğrencimin anlattığında benim ilk bisikletimi alırken yaşadığım heyecandı.
Bir arkadaşıyla bu oyun yüzünden arası bozulmuş. Olay şöyle gelişmiş;
Arkadaşı bundan oyuna giriş şifresini istemiş birlikte kardeş şehir olalım birbirimizi geliştirelim demiş. Buda daha güçlü oluruz diye vermiş şifresini. Daha sonra oyuna girdiğinde askerlerinin kıyafetlerinin arkadaşı tarafından alınıp kendi askerlerine aktarıldığını fark etmiş yani sanal alemde bir hırsızlık vakası. Kim hırsız? Kim mağdur? Mağdur olan zararını nasıl tahsil edecek? Var mıdır bunun bir çözümü?
Şimdi arkadaşlık ve dostluk tanımları nasıl olacak bu sanal alemde? Aile nasıl tanımlanacak?
Dostluk nasıl tanımlanacak? Bu soruları çoğaltabiliriz.
Şimdi bu sorun mudur değimlidir? Evet benim baktığım yerden kendi tarihimi de göz önüne alırsam sorun olarak algılıyorum. Peki bu çocuklar için sorun teşkil eden bir durumudur? Baktığımda onların bu yaşamdan şikayetçi olmadıklarını görüyorum.
Sıkıntı şurada belki de biz onları kendimiz yaşamı nasıl algılıyorsak öyle algılamalarını istememizde. Bizim onlarla ortak bir dil kurmamamızda belki de. Dil oluşturmak için çaba harcamamızda ve kendi dil ve anlayışımızı dayatmamızda. Sanırım önce onları anlamaya çalışmalı ve dil oluşturmalıyız. Eğer kendi dil ve anlayışımızı anlamalarını beklersek çocuğumuzu kaybetme riski vardır. Bu da ciddi bir risktir.
Belki de çocuklarımıza dışarıda bir hayat olduğunu göstermeliyiz. Bu oyunlardan daha fazla haz alacakları ilişki biçimleri yaratmalı ve onlara gerçek ve verimli vakitler ayırmalıyız. Kısacası onlara olan ihtiyacımızı ve onlarsız olamayacağımızı onlarında bizsiz olamayacağının gerçekliğini onlara göstermeli ve sanallıktan uzaklaşmalarını sağlamalıyız.
Yazıyı buraya kadar okuyanlar eeee çözümün nedir? Diyebilir. Herkes çözümünü kendi üretebilir. Çünkü herkesin tarihi farklıdır. Farklı diyalog biçimleri vardır. Bu diyalog biçimleri bireysel farklılıklara göre değişebilir. Diyaloglar tekilleştirilemez. Bazıları diyalog kurduğunu sanır ama bu monologdan öteye gidemez. Bu oldukça tehlikelidir. Çocuğunuzla diyalog kurmak bu sorunu çözebilir. Herkes diyalogunu kendi yaratır.

DEVRİM




2006 ÖSS SINAV SONUÇLARINA GÖRE TABAN VE TAVAN PUANLAR


Şimdi ben diyeceğim ÖSS bitti, çıkın gezin dolaşın doğaya dönün ama ben kime diyorum ki. Siz bütün bir yıl hazırlandınız. Doğal olarak heycanlısınız. Alabileceğiniz ÖSS puanı göre hangi üniversitenin hangi fakültesinin hangi bölümüne gidebileceğiniz kafanıza takılmıştır size yardımcı olayım dedim ve 2006 ÖSS SONUÇLARINA GÖRE TABAN VE TAVAN PUANLARI VE KONTENJANLARI görmek istersiniz diye size yardımcı olayım dedim. Umarım harcadığınız emeklerin karşılığını alırsınız.

ÖSS BİTTİ, ŞİMDİ SIRA TERCİHLERDE

Geçmiş olsun hepinize sevgili gençler. Okuldu, derslerdi, dershanelerdi, deneme sınavlarıydı, testlerdi derken ÖSS sona erdi. Büyük bir heyecan ve sıkıntı kaynağını geride bırakmış bulunuyorsunuz. Ama durun, daha her şey bitmedi değil mi? Kaç puan alacağınız, o puanla herhangi bir bölüme yerleşip yerleşemeyeceğiniz; yerleşeceğiniz bölümün geleceğinizi garanti altına almaya yetip yetmeyeceği gibi sorunlarınız var hali hazırda.

Sınav sonuçları yaklaşık bir ay kadar sonra belli olacak. O zamana kadar aklınızın bir köşesinde hep sonucun ne olacağı düşüncesi olsa da , bir parça daha rahat olacaksınız. Sizlere tavsiyem , bu süreyi olabildiğince dinlenerek ve yaşadığınız son on ayın stresini atmaya çalışarak geçirmenizdir. Çünkü, sınav sonuçlarının açıklanmasıyla birlikte yeni bir sınav ve stres kaynağı sizleri bekliyor olacak. Tercihler ! Tercih yapma işlemi, en az sınava hazırlanmak kadar önemli bir süreç sevgili gençler. Meslek, üniversite, bölüm ve hatta sehir seçtiğiniz ve son derece dikkatli yapılması gereken bir işlemdir.







Tercih yapma zamanı gelene kadar, olabildiğince iyi vakit geçirin, dinlenin ama bu arada seçeceğiniz ya da seçebileceğiniz meslekler hakkında küçük araştırmalar da yapmalı, tahminen alacağınız puanla nereleri tercih edebileceğinizi de gözden geçirmelisiniz. Unutmayınız bu önemli işlem, mutlaka bir uzmanla birlikte yapılmalı ve söz konusu yardımcınızın tercih yapma konusunda tecrübeli olduğundan emin olmalısınız.


Tercih dönemi geldiğinde bu konudan ayrıntılarıyla söz edeceğiz.

Şimdi size düşen iyi bir tatil yapmak ve yorgunluğunuzu olabildiğince atmaktır.

Hepinize tekrar geçmiş olsun


FİGEN

13 Haziran 2007 Çarşamba

ÖSS DE PİKNİK YAPMAYIN !

Ben çocukken piknik yapmaya gideceğimiz pazar günleri için cumartesi gecesinden hazırlık yapılırdı. Annem yiyecekleri , babam içecekleri , ben top ve uçurtmayı hazırlardım .

Eh sizde 17. Haziran . 2007 Pazar bir nevi piknik yapacaksınız . Akşamdan anneniz sınav esnasındaki yiyecek içeceklerinizi hazırlar, babanız sizin siz olduğunuzu kanıtlayan belgelerinizi ve sabah herhangi bir aksilik olmasın diye annenizden laf işitmemek için yol haritaları çıkarır ve sizde kalem , silgi ,uç ıvır zıvır olayına girersiniz. Şimdi şamata bir yana önemli bir nokta var arkadaşlar üzerine iki kelam etmeden geçemeyeceğim .

Üst paragrafta yazılan “ anneniz sınav esnasında yiyecek içeceklerinizi hazırlar “ kısmına gelmek istiyorum . İlk uyarım bununla ilgili dikkatli okuyun bakalım ;

ÖSS günü Kahvaltıda alacağınız besinler sınav anında etki eder. Algılarınızı üst düzeye çıkarır. Sınav esnasında yedikleriniz ise ,sınav sonrasında etkili olur. Dolayısıyla siz anladınız beni ÖSS esnasında piknik yapmaya gerek yok. Su götürmek yeterlidir. Dışarıdaki ana babalar her türlü çerez ve gazete götürebilirler :))) ben'den söylemesi!

Şimdi aklınıza şu takıldı kalem ve silgiyi neden büyük harfle yazdı bu adam diyosunuz di mi.
Bak arkadaş bunlar senin silahların dolayısıyla silahların tutukluk yapmamalı ,eğer yaparsa da yanında yedekleri olmalı şimdi ne diyo bu adam diyorsunuz ohooo benim işim var sizle kardeşim.
2 tane (0.5-0.7 nasıl uç kullanıyosanız ) basmalı kalem bulundurun.
2 tane kurşun kalem ve mümkünse daha fazla buraya kadar eee bunun için niye uyarıyo bu adam bizi, diyenleri duyar gibi oluyorum. Sen bu kalemleri şöyle seçeceksin biri 6 gen, biri silindir bir diğeri 3-gen şeklinde olsun ki, katı cisim sorusu çıkarsa feyz alasın ( umarım feyz in anlamını biliyorsunuzdur. Bilmiyorsanız e bi de interneti chat dışı kullanın kelimenin anlamını araştırın bakalım. )

Silgi için küp şeklinde bulabilirseniz kaçırmayın hatta değişik şekillerde silgilerde götürebilirsiniz. Eğik prizma, dikdörtgenler prizması, silindir gibi…
Kalemtraş götürmeyi ihmal etmeyin…

Unutmayın bu sınav olayı heycanlı bir olay olduğundan ilk 5-10 dakika heyecan normal sonra ortama adapte olursunuz.

Sınav esnasında inat başa beladır. İnatlarınızı sınav sonrasına saklayın yaşamda ihtiyacınız olacak. ( Ama size abi tavsiyesi inatlarınızı doğru seçin ki mutlu olasınız saçma inatlarla uğraşmayın. ) Şunu demeye çalışıyorum yapamadığınız soru ile inatlaşmayın soru kazanır siz vakit kaybedersiniz. İnat olayı başladığını hissettiğiniz anda terk edin soruyu sonra vaktiniz kalırsa dönersiniz.

“Kork -Kaç “ bu benim uydurduğum bir kavram bazı soruları öyle hazırlarlar ki öğrenci soruyu gördüğünde ilk kelimeleri okumaya başlayınca korkup sorudan kaçsın ama genelde bu sorular daha kolay olur. Eeee ne yapmalıyız o zaman her soru mutlaka okunmalı sonuna kadar; uzun soruların laf kalabalığı olduğunu ve daha kolay olabileceğini düşünmeliyiz. Yani "Kork-Kaç" a karşı “ Vur-Kaç “ taktiği geliştiriyoruz…

Zaman kavramı hareketle doğru orantılıdır. Ne kadar çok zihinsel faaliyet o kadar çabuk tükenen zaman demektir. Bu da sınavın bitmesine yaklaştınız demektir . Bu cümleden anladığınızla ilgili bir kompozisyon yazın bakalım. He he he …
Lafın kısası saatsiz ve plansız sakın ola ki sınava girmeyin, testlere göre sürelerinizi bölünüz ve bu sürelere sadık kalınız…

Veeee en önemli mevzuu sakın ola ki toplu işaretleme yapmayın, siz toplu eyleme gidebilir demokratik hak ve özgürlüklerinizi sonuna kadar savunabilirsiniz. Çağırın ben de gelip destekleyim.
Her neyse konuyu çok dağıttık toplayalım. Ne diyorduk toplu işaretleme yok yaptığınız soruların cevaplarını anında cevap kağıdına işaretleyin. Bu işlemi her soru için yapın mutlaka.
Kaydırma belası bu hatadan kaynaklanır aman dikkat.

Ee tabi en önemlisi kitapçık türü, isim vs leri kodlamayı unutmayın…

Hadi geçmiş olsun ve umarım herkes umutlarının peşinden gidebilir diyeceğim ama hiçte gerçekçi olmayacak. Sınava girecek birmilyonyediyüz küsür kişi yerleşecek adam sayısı bunun altıda biri kadar bir matematikçi olarak iyi olan kazansın diyor sıyrılıyorum…



ŞİMDİ SINAVA GİRECEKLER İÇLERİNDEN EYVAH! HER ŞEYİ UNUTTUM DİYORDUR.

Sevgili karıncalar, şimdi şu soruya cevap verin bakalım.
Postanelerin tabelaları ne renktir? (AlacaKarınca öğrencisi olmayanlar ne alaka diyecek. Ama bizim öğrenciler anladınız siz bizi anladınız.)


Bakın tabelanın rengini hatırlamışsınızdır.Sarı.Eee şimdi siz postane önünde durup bu tabela rengini ezberlediniz mi?Tabi ki hayır.Önünden geçerken bu bilgiyi hafızaya attınız.Peki siz karşınıza soru çıkmadan neyi bilip neyi bilmediğinizi nerden biliyorsunuz? Bence sakin olun ve kendi kendiniz çelme takmayın. Eğer siz bu yıl boş boş oturmadıysanız ve doğru çalışma teknikleri kullandıysanız, kısacası doğru yönde emek harcadıysanız emin olun emeğinizin karşılığını alacaksınız. Unutmayın EMEKSİZ KAZANÇ sadece televizyon dizilerinde olur. Bizde televizyon dizilerinde yaşamadığımıza göre…

Karıncalar sınav soruları sizin için postane tabelasının rengi sorusundan farksızdır göreyim sizi hadi bakalım sökün tabelaları…

Herkese kolaylıklar diliyorum.

DEVRİM



11 Haziran 2007 Pazartesi

JAPONLAR, BALIKLAR VE YAŞAMA FELSEFESİ

Japonlar taze balığı hep çok sevmişlerdir.Fakat Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır.Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzak denizlere açılmaya başlamışlardır.Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir-iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir.

Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır.Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi.

Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık arasındaki lezzet farkını hissedebiliyordu. Ve donmuş balığa daha fazla para ödemek istemiyorlardı. Balıkçılar bu kez teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa biraz da aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi.

Japon halkı canlı olmasına karşın bu balıkların da lezzetlerinde farklılık buluyorlardı.Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın; canlı, diri hareketli balığa göre lezzeti yine etkilenmişti.Balıkçılar nasıl olacak da, Japonya’ya taze, lezzetli balığı getirebileceklerdi.

Siz olsanız ne yapardınız?
HEDEFLERİNİZE ULAŞIR ULAŞMAZ HEYECANINIZ KAYBOLMAYA BAŞLAMAZ MI? AŞIRI ÇALIŞMANIZ GEREKMİYORSA RAHATLAMAZ MISINIZ? ENERJİNİZİ,MOTİVASYONUNUZU YİTİRMEZ MİSİNİZ?

Japonların taze balık probleminde olduğu gibi çözüm aslında basittir.

1950’lerde L. Ron Hubbart’ın gözlemlediği üzere: İnsanoğlu ancak hırs iddiası içinde bulunursa anormal çaba sarf eder.

Ne kadar akıllı, uzman, inatçı iseniz iyi bir problemle uğraşmaktan o kadar zevk alırsınız. Problem sizi ne kadar zorluyorsa ve siz onu adım adım çözebiliyorsanız bundan da o derece mutluluk duyarsınız ve enerji dolu, canlı, ayakta kalırsınız.

Japonlar da , balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine bir de küçük köpekbalığı attılar. Bir miktar balık, kpekbalığı tarafından yutulmuştu ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi.

Buradan da görüleceği üzere problemlerden uzaklaşmaktansa içine atlamak, boğuşmak ve onları yenmek gerekir.

Probleminiz çok ve çeşitli olabilir.
Ümitsiz olmayın.
Onları tanıyın, organize edin, kararlı olun, daha çok bilgi ve yardım desteği ile onlarla savaşın.

Beyninize bir köpekbalığı atın ve nelere ulaşabileceğinizi o zaman görün...

FİGEN

10 Haziran 2007 Pazar

9 Haziran 2007 Cumartesi

OKS SINAVINDAN SONRA NE YAPMALI?


OKS’ den çıktınız. Ter döktüğünüz iki saat sona erdi. Saat henüz 12:00. Bütün gün sizin, yaşasın ! Durun bir dakika , sadece bütün gün değil ; günler, aylar var size ait.
Kimse ama hiç kimse sizi sabahın köründe kaldırıp,bir pazar kahvaltısını bile çok görerek zorla dershaneye yollamayacak. Soru bankaları ya da testlerle, sınavlar ve öğretmenlerle yakın ilişki halinde olmayacaksınız.

Peki ne yapılır şimdi?

* Önce derin bir nefes alınır. “ OHH BEEE” denilir.

* OKS yi hayatınızdan kaldırırsınız . Eeee sonra ? Sonrası alfabede 26 harf kalır.


* Anne baba ısrarla bi bak sonuçlara diye tutturur ve siz bakmak istemiyorsanız OKS sınavı sonrası ” hafızayı kayıp, çocukluğu buluş “ sendromuna yakalandığınızı söylersiniz.

* Evet internet sizi bekler , ama tavsiyem şöyle açık havada biraz takılın ve içinize çekin .


* Kendine sor bakalım ne yapmak istiyormuşsun, bir kendinle konuş nasılsın diye; bir yıldır sürekli çözemediğin soruların cevaplarını aradın şimdi kendini ara bakalım ,umarım kaybetmemişsindir kendini….

* OKS’ nin daha başlangıç olduğunu, hemen önünüzdeki ÖSS ‘ yi düşünmeye başlamanız gerektiğini söyleyenlere kafa atabilirsiniz.


* Sonra yorgunluk ve açlığıbahane edip, yılın yorgunluğu ve açlığı ile ( yıl boyu test ve tostla beslendiniz yaa! ) şöyle bir İskender yesek ya,denip; İskender ısmarlatılır.

* Aldırmak isteyipte aldıramadığınız bilimum nesneler olabilir ,aha fırsat size nasılsa sonuçların daha açıklanmasına 1 ay var süper geçti deyip istediğinizi aldırma yoluna gidin…

* Ocen 13 gelmiş gidin seyredin bana da haber edin nasılmış gitmeye değer mi?


Büyük geçmiş olsun...

AlacaKarınca Dersanesi

Cevap anahtarları en kısa zamanda burada

OKS kalkıyor ! Yerine Seviye Belirleme Sınavı ( SBS ) Diye bir sınav geliyor.

ORTAÖĞRETİM KURUMLARINA GİRİŞTE YENİ DÜZENLEMELER

BAZI KISALTMA VE TANIMLAMALAR

SBS ( Seviye Belirleme Sınavı ) : 6, 7 ve 8. sınıfların sonunda Merkezi Yerleştirme sistemi ile yapılacak sınavlar.

YBP (Yıl Sonu Başarı Puanı ) : İlköğretimin 6,7 ve 6. sınıflarında gösterilen ders başarısına dayalı puan

YDP ( Yöneltme ve Davranış Puanı) : Öğrencinin 6,7 ve 8.sınıflarda sergilediği davranışlar ve ilköğretim yöneltme ve yönlendirme yönerges, verileri doğrultusunda sınıf öğretmenler kurulunca verilecek puan

OYP ( Orta Öğretime Yerleştirme Puanı ) : 6,7 ve 8.sınıfların sonunda her sınıf düzeyinde SBS,YBP VE YDP sonuçlarının toplamı.

G-OYP ( Genel Ortaöğretime Yerleştirme Puanı ) :


6,7 ve 8. sınıflardaki OYP’lerin toplamından oluşan puan

Sonuç olarak öğrencinin


6. sınıf , 7. sınıf ve 8. sınıf sonunda girmesi gereken

SBS nin %70 ,

YBP nin %25 ,

YDP nin %5

katkısıyla oluşacak ve puan G-OYP puanını oluşturacak ve bu puan liselere geçişte kullanılacakır.

7 Haziran 2007 Perşembe

ÖSS Gazileri.....







Mert ÖSS sınavına hazırlanırken değişik öğrenme teknikleri kullandı .
Bunlardan biri uyurken hafızaya bilgi depolama tekniği yeni bir teknik bu Ar-Ge çalışmaları Alaca Karınca Dershane de Mert tarafından geliştiriliyor.
Önce çalışılacak dersin kitabı defteri sorusu boku pusuru açılır , sonra kulağa bir kulaklık takılıp sakin bir müzik açılır ,kafayı açtığınız dökümanın üzerine koyarak ilk uyku moduna geçilir bu aşamada bilgi yavaş yavaş beyne doğru transfer olmaya başlar ve bu yavşça hızlanır.
Mert bu eylemin özellikle Matematik zümre odasının yanındaki sınıfta yapılmasını öneriyor. Hem sesiz sakin hemde kamufle olmak kolay hem de devrim hoca en son bu sınıfı kontrol ediyor.Tekniği uygulamadaki püf noktaFigen ve Devrim hoca sizi bu durumda yakalarsa soru çözerken uyuya kalmış bir yavrucak izlenimi vermektir. Gerisi kolay şevkatli ve iyi kalpli Devrim hoca yavrucağı görünce önce fotoğrafını çekiyor sonra şevkatle üstünü örtüp kapıyı sessizce çekip sizi uykunuzla baş başa bırakıyor....
Bu konu üzerine bir yıllık birikimini daha sonra Mert yazılı açıklamayla kamuoyuna duyuracaktır.


Tembellik Hakkı

Her fırsatta tembellik hakkınızı kullanmayı ihmal etmeyin. Tembellik hakkı malak gibi yatmak değildir.
İnsanlığınızı kendinizi keşfetmenin yolu tembellik hakkınızı kullanmaktır.
Tembellik erdemdir !
Nasıl tembellik yapılabilir.
Tembellik boş boş oturmak olabilir ama eğer boş boş otururken sıkılıyorsanız tembellik hakkı kullanmıyorsunuzdur.
Bir Tembellik Hakkı Manifestosu oluşturma zamanıdır....
Okumak isteyen için "Tembellik Hakkı " üzerine yazılmış bir kitapçık var.

6 Haziran 2007 Çarşamba

DAKİKLİĞE REDDİYE, GEÇ KALMAYA GÜZELLEME

Satrancın huyudur: Bir taşını her zaman saklar, kaybettirir, saatlerce aratır.Kendisini daha cazip kılabilmek için yaptığı söylenir. Çünkü kaybolan piyonu bulabilmeye çalışan satranççı kafadarlar daha bütün taşları dizmeden kaptırmışlardır kendilerini henüz oynanmamış oyunun büyüsüne. Bir de o kayıp piyon bulunabilse, aniden ortaya çıkıverip bir süpriz yapsa ne muhteşem şeyler yaşatacaktır az sonra: ama kolay kolay ele vermez kendini kayıp piyon. Ya masanın altındaki en kuytu köşeye, ya da hiç şüphelenilmeyecek bir yere saklanır da saklanır. Satranç tahtasında özenle dizilmiş hiçbir taşın değeri yoktur şimdilik. Şahlar, kaleleler, atlar, filler herkes onun ortaya çıkmasını bekler. Piyon da olsa takımdan biri o sonuçta. Olmazsa ya olmaz ya da her şey eksik, tatsız olur...

Lise yıllarımda sınıfın en çok ilgi çekenlerinin, en çok konuşulanlarının o gün okula gelmeyenler olduğuna tanık oldum: Öğretmen yoklama alırken isimleri tek tek sayar, başını kaldırmaz yoklama defterinden. Ta ki saydığı bir ismin orada olmadığı söylenene kadar. İşte o zaman başını kaldırır, gelemeyen öğrenci hakkında sorular sorar, önündeki kocaman sınıfa “ günaydın” bile demezken, gelmeyen öğrencinin sağlığından endişelenir, onu sorar soruşturur. Sınıftaki onlarca insanın suskunluğunu, az önceki tekdüzeliği, gelmeyen öğrenci bir anda bozar. Üstelik hiçbir şey yapmamasına rağmen...Sabah erkenden o güzelim uykusuna kıyıp, aynanın önüne koşanların, süslenip püslenenlerin, yeni elbiselerle gelenlerin, kahvaltıyı yapmama pahasına okula koşanların hiçbir önemi yoktur şimdilik. Sınıfının en havalı kızları, en yakışıklı erkekleri, en çalışkan inekleri, herkes onun ortaya çıkmasını bekler. Çirkin de olsa, tembel de olsa sınıftan biri o sonuçta. Olmazsa ya olmaz ya da her şey eksik, tatsız olur...

Nobel ödüllü yazar Samuel Becket’in Godot’yu Beklerken’inde bizim ilgimizi çeken sahnede bulunan iki kişinin diyaloglarından çok, sahnede bulunmayan Godot’tur. Godot sahneye hiç çıkmamasına rağmen hem kitaba ismini vermiş, hem de Becket’a nobel kazandırmıştır. Çünkü Godot gelmezse ya olmaz, ya da her şey eksik, tatsız olur...

Saat gecenin üçü. Artık uyumam gerekiyor: Çünkü yarın saat dokuzda dersim var ve ben saat onda orada olmalıyım...


Erselan bir yazar adayı ;yani civ civ (AlacaKarınca da ÖSS ye hazırlık öğrencisi )

5 Haziran 2007 Salı

Aklınıza Mukayyet Olun!

Ben liseye giderken üniversitede ne okuyacağıma dair hiçbir fikrim yoktu.
Bir iki ailesinin etkisi altında kalmış sıradışı arkadaşım dışında diğer arkadaşlarım da ne olacağını planlamamıştı.
Bizim sınıfta herkes bir üniversiteye girdi. (o zamanlar açık öğretim filan da yoktu, yanlış anlaşılmasın) Hem de kimimiz tıbbı kazandı, kimimiz İTÜ, kimimiz ODTÜ...Filoloji, arkeoloji filan kazananlar da vardı tabi...
Ben üniversitede okurken de okul bitince ne olacağına dair bir fikrim yoktu. Birçok arkadaşın da...
............

Pek bir rahattık. En azından şimdiki gençlik kadar gergin değildik.
Üniversite giriş sınavı daha mı kolaydı acaba diye düşünüyorum da... Yoo, niye bize kıyak geçsinler.
"Ama, o zamanlar bu kadar çok insan sınava katılmıyordu" Evet, bu doğru ama, çok daha az sayıda okul olduğu, kontenjanların çok daha sınırlı olduğu da doğru.
Bir üniversite bitirenin bir zamanlar daha kolay iş bulduğu da doğru, ama üç kuruşa çalışmak zorunda olduğu da...

Başka bir şeyler olmalıydı bizi gerçekten rahat kılan.
Zamane gençliğinin o "cool" duruşlarının altında gizli açık tedirginliği hep gözlüyorum. Üstelik "bizim zamanımızda" tedirgin olmak için başka birçok unsur vardı: Mesela hayatımız tehlike altındaydı. Okula gittiğimiz bir gün atılan bir bomba bizi sonsuza kadar da "rahatlatabilirdi".
Ne cep telefonu yahu, Ankara'dan İstanbul'daki ailenle konusmak icin bir geceni heba etmek zorundaydın.

70 - 80 yaşında olduğumu sanmayın. Sonuçta 20 yıl kadar öncesinden bahsediyoruz.

Tüm olanaksızlıklara ve olumsuzluklara rağmen (bugünle karşılaştırıldığında), hayatın akışına müdahale edebiliyor, tercihlerimizi ifade edip, mücadele etmesini biliyorduk.
Aaa, buluyorum galiba farkı: Bizim tercihlerimiz vardı, gerçek tercihlerimiz. Evet, arkeolog mu, filolog mu, avukat mı, doktor mu ne halt olacağımızı tam bilemiyorduk, ama hayatla ilgili tercihlerimiz vardı. Gerçek tercihlerimiz vardı, çünkü donanımlıydık. Lisede siyasi akımları, edebi akımları, varoluşçuluğu filan tartışırdık. Yabancı dilde kitaplar okurduk...Spor yapar, satranç oynardık. Kızlarla aramız pek iyidi. Okuldan kaçar, orada burada içerdik kızlarla. Ben o zamanlar da pek dayanıklı sayılmazdım içkiye; annem kız arkadaşlarımla, beni eve teslim ederlerken tanıştı hep.

Evet, bizim aklımızı birileri çalmamıştı.
Biz oluşturuyorduk onu.
Rahatlığımız bize ait, bizim yaptığımız birşeylerin oluşundandı.
Biliyorduk ki ne olsak ve ne yapsak biz yapacaktık.
Dayatılana itiraz edecek, bizim olanı sunacak, yoksa yenisini yaratacaktık.

Sizin arkadaşlar, "aklınız başınızda" mı?

Bizim aklımızı birileri çalmamıştı.

Siz de aklınıza mukayyet olun....

Adalı

Anlamsız Dershane Sloganları



Önce "HADE LEN" imizi çekelim. Ve karşı sloganı üretelim :

"ÇIKTIĞIN VİTESLE İN!"





Önce "HADE LEN" mizi çekelim.Ve karşı sloganı üretelim:

"BAŞARIYA ULAŞMIŞ TEK TAVUK ÇİFT SARILI YUMURTALAYABİLEN TAVUKTUR"

DEVAM EDECEK BEKLEYİN....

Sizlerin de slogan ve ürettiğiniz karşı sloganları bekliyoruz.

3 Haziran 2007 Pazar

Orta Öğretim Başarı Puanı ( OBP )

ÖSS’ ye başvuracak her aday için, adayın mezun olacağı / olduğu okulun mezuniyet yılı ve diploma notu kullanılarak bir Orta Öğretim Başarı Puanı (OBP) hesaplanacaktır.OBP okuldaki diploma notunun ,adayın okulunun diploma notları içindeki yerine göre değişerek, değeri en az 50, en çok 100 olacak şekilde hesaplanacaktır.

Kısacası OBP ‘yi etkileyecek en önemli etmen, sınava girecek öğrencinin lise yaşamı içindeki not ortalamasıdır. Not ortalaması ne kadar yüksek olursa sınav sonucunda alacağı ham puana eklenecek OBP o kadar yüksek olacaktır.

2006- ÖSYS ‘de OBP hesaplama yöntemi değiştirildiğinden, bu yıldan önce okullarından mezun olmuş adayların OBP’leri yeniden hesaplanacaktır. Yeni hesaplama yöntemine göre , bir okulda en yüksek diploma notuna sahip aday sayısı arttığı ölçüde bu adayların OBP ‘leri 100 puanın altına inecektir.

AĞIRLIKLI ORTA ÖĞRETİM BAŞARI PUANI ( AOBP )

Orta Öğretim Başarı Puanı (OBP) hesaplandıktan sonra, bu puanlar ağırlandırılarak her aday için üç tane Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı (AOBP-SÖZ ,AOBP-SAY,AOBP –EA ) hesaplanacaktır.

OBP’lerin ağırlıklandırılmasında okulun son sınıf öğrencilerinin ilgili yılda elde ettiği ÖSS-SÖZ,ÖSS-SAY,ÖSS-EA puanlarının ortalamaları kullanılacaktır. 2007 yılında mezun olacak adayların OBP’lerinin ağırlıklandırılmasında kullanılacak ortalamalar ÖSS-SÖZ 1, ÖSS-SAY 1, ÖSS-EA 1 puanlarının ortalamaları olacaktır.

Ağırlıklandırmanın etkisi ile, varsa değeri 100 olan OBP değişmeyecek; ancak değeri 100’ün altında olan OBP’lerin değerleri okulun ÖSS başarısı oranında artacaktır.

Sonuç olarak, OBP hesaplanırken en büyük etmen öğrencinin tüm lise hayatındaki not ortalaması iken, AOBP hesaplanırken buna mezun olduğu / olacağı okulun sınav sonucuna göre başarısı da eklenmektedir.

Devrim

2 Haziran 2007 Cumartesi

Milliyetçi Gençlik

SABAHHATTİN ALİ
20.ASIR,16 OCAK 1948
Birçok şeylere düşmansınız. Birçok şeylerin aleyhindesiniz. İkide bir kahrolsun kızıllar, yere batsın solcu profesörler, yok olsun millete sahici hürriyet isteyen gazeteler diye feryadı basıyorsunuz.

Çok güzel, insan sevmekte de, nefret etmekte de hürdür. Bazı şeyleri sevmemekten sizi kimse men edemez. Bu hislerinizi açığa vurmak, hatta nümayişler tertip edip avaz avaz "Kahrolsun" diye haykırmak, en dokunulmaz haklarınız arasındadır.

Yalnız merak ettiğimiz tek bir cihet var: Evet birçok şeyler kahrolsun,mahvolsun,yere batsın..
Fakat ne yaşasın?
Birçok şeylerin aleyhindesiniz. Gazete yırtıyor, kitap yakıyor, profesör ve rektör dövüyorsunuz.
Fakat sevdiğiniz nedir?
Neyin uğrunda,neyin lehinde bağırıyor,heyecanlanıyorsunuz?
Bunu daha hiçbirinizin ağzından duyamadık.

Evet, ikide bir "Yaşasın Türk milleti" diye bağırdığınız oluyor, ama bu Türk milletinin yaşaması için bir şey yaptığınızı, birazcık gayret sarf ettiğinizi göremedik. Milletlerinin gerçekten yaşamasını isteyen memleketlerde olduğu gibi, sizin rahatınızdan, keyfinizden fedakarlık ederek korkunç bir sefalet ve gerilik içinde kıvranan milletinizi yaşatmağa çabaladığınız duyulmadı.

Bakın çocuklar... Şuna buna kahrolsun demekle millet yaşamaz.
Millet, sizin salonlarda toplanıp cezbeli dervişler gibi çırpınmalarınızı değil, kendisine elinizi uzatmanızı bekliyor. Yazın plajlarda, çalgılı bahçelerde safa süreceğine köylere, fakir mahallelere dağılıp kendisini cehaletten kurtaracak şekilde onunla meşgul olan gençleri gözlüyor.
Kitap yırtan değil, kerpiç kulübelere kadar kitap götüren aydınları, gazete çıkarıp eline ulaştıran idealistleri bekliyor.
Pek çok olan boş zamanlarında yurdun bin bir köşesine dağılıp orağa,harmana yardım eden, veremle, frengi ile sıtma ile trahom ile savaşa atılan, kafası da kolu da halkın emrine verilmiş milliyetçi gençliği arıyor. Bunun dışında kalan gençlerin ne milliyetçilikle ne milletle bir ilişkileri yoktur.
Çünkü bu millet artık palavraya iyice doydu.

Coşkun nümayişlerinizde biraz gözünüzü açıp etrafınıza baksanız, yolun iki tarafında dizilip sizi gülümseyerek seyreden milletin bakışlarındaki alayı muhakkak fark edersiniz.


Guénon ve Matematiksel Sonsuz

Bekir S. Gür

Yirminci yüzyilin önemli düsünürlerinden René Guénon'un (1886-1951) külliyatinin tamaminin Ingilizce'ye çevrilmesi ve basilmasini yakin zaman önce Sophia Perennis Yayinevi üstlendi. Yayinevi, bu sekilde, hem Ingilizce'de parça parça olarak bulunan çevirilerin yerini sistematik bir biçimde ve daha bir ustalikla yapilmis çevirilerin almasini, hem de Guénon'un simdiye kadar çevrilmemis kitaplarinin da okuyuculara sunulmasini amaçliyor. Bu yolda epeyce yol aldigi söylenebilir. Zira, bu proje kapsaminda, 26 ciltlik Guénon külliyatinin 24 cildi çevrilip yayinlandi bile. Geriye kalan diger iki cildin ise yakin bir gelecekte yayinlanmasi bekleniyor.
Guénon'un bu proje dahilinde Ingilizce'ye çevrilen eserlerinden biri de, ilk defa 1946 yilinda yayinlanan ve orijinal adi Les Principes du Calcul Infinitésimal olup Ingilizce'ye The Metaphysical Principles of the Infinitesimal Calculus (Sonsuz Küçükler Analizinin Metafiziksel Ilkeleri) adiyla çevrilen kitap. Sophia Perennis'in 2003'te yayinladigi bu kitap, sonsuzluk ve sonsuz küçükler matematigi üzerine Guénon'un temel iddialarini ortaya koyuyor.
Guénon, kitaptaki ana tezini oldukça net ve dolayimsiz bir sekilde sunuyor (s. 7-14). Tez, modern matematigin sonsuz ile ilgili alanlari için hayli sarsici nitelikte: Matematiksel sonsuz diye bir sey yoktur! 1, 2, 3, … gibi bir sayi dizisinin sonsuz degil, olsa olsa, belirsiz ( indefinite ) oldugunu söyleyebiliriz. Dahasi, matematiksel sonsuz diye bir sey olamaz; çünkü bir tane sonsuz vardir, o da ancak metafiziksel sonsuzdur!
Özetlemek gerekirse, Guénon, söyle diyor: Metafiziksel sonsuz disinda hiçbir seye sonsuz denilemez; böyle bir iddia anlamsizdir. Insanlarin bir sayi dizisine sonsuz demesi o sayi dizisinin sonsuz oldugu anlamina gelmez. Tam tersine insanlarin bu sayi dizisinin sonunu getiremedigi anlamina gelir. Bu yüzden, insan açisindan sayi dizisi sonsuz degil, belirsizdir.
Matematiksel sonsuz diye bir seyin olmadigi seklindeki temel tezin dolayli veya dolaysiz sonuçlari kitapta ayri ayri bölümler halinde genisçe ele alinmis. Biz bu yazida bu önemli sonuçlarin yalnizca bazilari üzerine egilmeye çalisacagiz. Bunu yapmadan önce, Guénon'un tezlerini anlamayi kolaylastiracagi için, özellikle Cantor'un matematiksel sonsuz ile ilgili çalismalarina kisaca göz atmakta fayda var.

Cantor'un ‘Cennet'i
Simdilerde küme kuraminin kurucularindan kabul edilen ve matematik tarihinde önemli bir yeri bulunan Alman matematikçi Ferdinand Ludwig Cantor (1845-1918), yasadigi dönemde pek kabul görmemistir. Cantor'un eski hocasi olan Kronecker dönemin nüfuzlu matematikçilerindendir ve agirligini kullanarak Cantor'un fikirlerinin yayinlanmasini engellemeye çalismistir. Dahasi, kimileri Cantor'un çalismalarinin matematiksel degil teolojik oldugunu söylemislerdir. Bazilari ise daha da ileri gidip Cantor'un bir akil hastanesine kapatilmasi gerektigini iddia etmislerdir (Chaitin, 2004). 1 Hulâsa, Cantor'un matematiksel çalismalari herkes tarafindan kabul görmemistir ve Cantor meslekî hayatini ikinci sinif bir enstitüde geçirmek zorunda kalmistir.
Peki, Cantor ne yapmistir da böylesine asiri tepkiler almistir?
Cantor'un çalismalari matematigin bir çok soyut dalinda önemli çalismalara zemin hazirlamistir. Onun asil basarisi ve tepkiye neden olan çalismasi ise, matematiksel sonsuzlugun farkli büyüklük derecelerine sahip oldugunu ispatlamasidir. Daha açik bir ifade ile, Cantor matematiksel sonsuzun/sonsuzlarin, bir tane degil, sonsuz tane oldugunu söylüyordu. Sözgelimi, 1, 2, 3, … diye bildigimiz sayma sayilarinin olusturdugu sonsuz kümenin kardinalitesi (eleman sayisi) (alef-sifir 2 diye okunur) ile gösterilir. Benzer sekilde, reel (gerçek) sayilarin eleman sayisi, olarak gösterilir ve transfinit olarak adlandirilir. Cantor, reel sayilarin kardinalitesinin (transfinit) sayma sayilarinin kardinalitesinden (alef-sifir) büyük oldugunu ispatladi. Herhangi bir sonsuz kümenin kuvvet kümesi (yani alt kümelerinin toplam sayisi), o kümenin kendisinden büyüktür. Böylece kardinalitesi sonsuz olan herhangi bir küme alip, ondan ‘daha sonsuz' bir küme elde edebiliriz. Dolayisiyla, matematiksel sonsuzlari belli bir hiyerarsi içerisine oturtmus oluruz. Cantor bunu fevkalade bir güzellikle ortaya koydu. 3
Guénon'a dönmeden önce, Cantor'un çalismalarinin önemi hakkinda matematikçilerin görüsünü yansitmasi açisindan yirminci yüzyilin ilk çeyreginin önemli matematikçilerinden David Hilbert'in (2004) 1925 yilinda sarfettigi bir sözünü hatirlatalim: “Kimse bizi Cantor'un bizim için olusturdugu cennetten kovamayacaktir.”
Oysa, birazdan görecegimiz üzere, Guénon isim vermeksizin Hilbert'in bu sözüyle hesaplasiyor gibidir.

‘Cennetten Kovulma'
René Guénon'a göre, bir kavram olarak ‘sonsuz sayi' diye bir sayi olamaz. Bu, hem sonsuz hem de sayi kavramlarinin tanimi itibariyle böyledir. Sayilarin en büyügü diye bir sey olamaz (s. 15-8). Bu noktada Guénon'un modern matematikçilerle ile bir sorunu yoktur, çünkü matematikçiler bu tür bir kavramin paradokslara yol açtigini iyi bilmektedirler. Fakat Guénon bu noktada durmaz ve farkini oryaya koyar: Sayilamayacak kadar çok olan mevcûdatin varligi, bunlarin sayisinin sonsuz oldugunu göstermez. Bilakis, onlari sayamiyor olmamiz onlarin bizce belirsiz (veya bînihaye) oldugunu gösterir. Guénon, söyle devam eder: Pascal'a atfedilen iki sonsuz (arti sonsuz ve eksi sonsuz) düsüncesi, kof birseydir (s. 39). Olsa olsa, iki belirsizlikten bahsedilebilir—iki sonsuzdan degil. Guénon'un bu tezi ileri sürerken elinde tuttugu en önemli koz sudur: Matematiksel olarak sonsuzun derecelendirilmesi (sonsuz kümeler arasinda hiyerarsi kurulmasi) mantiksal olarak tutarsizdir (s. 16). Yani dogal sayilar bir sonsuz küme, reel sayilar ondan daha büyük bir sonsuz küme, reel sayilarin alt kümelerinin sayisi ise reel sayilarin sonsuzundan daha sonsuz … seklinde ifade edilen derecelendirme anlamsizdir. Çünkü, bir tane sonsuz olabilir; ki o da metafiziksel sonsuzdur. Yani sonsuzun derecelendirmesi bir sonsuzun ötekinden daha sonsuz oldugunu söylemekle, aslinda birinden birini sinirlandiriyor ki, bu gerçek bir çeliskidir. Çünkü, sonsuz, tamin itibariyle sinir tanimayandir. Bu son ifade ile Guénon'un arti sonsuz ve eksi sonsuza niçin karsi çiktigi daha iyi anlasilir. Demek ki, sonsuzun derecelendirilmesine karsi çikmakla Guénon, Cantor'un çalismalarini reddetmis oluyor.

Sonsuz küçükler matematigi ve Leibniz
Guénon, kitap boyunca sonsuz küçükler kalkülüsünün (analizinin, hesabinin)—Newton'dan bagimsiz— “mucidi” olarak kabul edilen Leibniz'le hesaplasir. Mamafih, Guénon, Leibniz'in atomcu olmamakla hakli oldugu söylemektedir (s. 51). Yani, bu analizin ilgilendigi o ‘sonsuz küçüklükteki sey' atom gibi bir sey olamaz. Baska bir deyisle, o parçacigi bölme islemi bir noktada durmamalidir. Fakat, Guénon'a göre Leibniz sonsuz küçükler analizi ile ilgili temel sorunu çözmekten uzaktir. Dahasi, Leibniz ‘limite geçis' tabirini kullandigi anda saçmalamistir (s. 74-7). Böylece, Guénon modern matematikte limitin yanlis anlasildigini da belirtmis oluyor.
Bunu biraz açmak gerekirse, su ifadede geçen limit islemini ele alalim:

Bu limit islemi okullarda (teknik ayrintilara girmeden kabaca ifade etmek gerekirse) söyle ögretilir: “ x , 2'ye giderken yani x 'in degeri 2'ye dogru sürekli olarak yaklasirken; x sayisinin degeri 2'ye o kadar yakinlasiyor ki artik bir noktada x sayisinin limiti 2 oluyor; dolayisiyla yukaridaki limit isleminin sonucu ( 2-2=0 ) oluyor.” Guénon bu ziplamanin olamayacagini söylüyor; bu ikisi arasinda kategorik fark vardir: x ile 2 arasinda sonsuz küçük bir fark vardir. x 'in sürekli olarak 2'ye yaklasmasi ile “ x sayisinin limiti 2'dir” ( x bir noktada 2 oluverir) ayni sey degildir. O sonsuz küçük ‘miktardaki' farkin atlanmasi anlamina gelen ‘ziplama' (limite erismesi veya finale varmasi) asla söz konusu olamaz (s. 124-7). Guénon burada hayli dikkatli ilerliyor ve de ikna edici; çünkü ziplamanin oldugunu kabul ettigi an bir matematikçi bizzat kendisinin inandigi sonsuzu inkâr etmis olur. Yani ziplamayi kabul edersek, sonsuz sayida adim atmis oldugumuzu kabul etmis oluruz ki, böyle bir sey olamaz. Böyle bir sey varsaydigimiz an atomculuga döneriz. Buradan Guénon'un çikardigi sonuç sasirtici degildir: Limiti sonsuza ‘göndermek' de ayni sekilde anlamsizdir (s. 74-7).
Guénon'a göre, sonsuz küçükler analizindeki mantiksal tutarsizliklarin bir türlü sonunun gelmemesinin nedeni, metafiziksel sonsuzun yeterince kavranamamis olmasidir. Bati dünyasinin en büyük kafalarindan biri olan Leibniz'in isin içinden çikamamis olmasi da bundandir. Guénon'a göre, Leibniz sonsuz küçükler analizini gerekçelendirmeye çalisirken, ‘Matematiksel analizin metafiziksel tartismalara bagimli olmaya ihtiyaci yoktur' deyip, sonra birakin metafiziksel olmayi, düpedüz teolojik olan ilkeleri kullanmak suretiyle saçmalamistir (s. 66-7).

Uylasimcilik ve Gerekçelendirme
Leibniz'in sonsuz küçükler hesabini gerekçelendirmeye çalisirken tikanmis oldugu seklindeki Guénoncu iddiaya degindik. Leibniz'in bizatihî kendisinin de kabul ettigi gibi, sonsuz küçükler hesabinin (matematiksel ve felsefî olarak) gerekçelendirmesi için bu hesabin bilimde kullanisli olmasi olgusu, yeterli degildir. Guénon'a göre, Leibniz de bunun yeterli olmadigini bildigi için açiklamalara girismistir. Ancak, ‘açiklamis' degildir, sadece ‘açiklamaya girismis'tir; çünkü Leibniz'in sonsuz küçükler analizinin ‘saglam-temelli kurgular' oldugunu söylemesi, Guénon'a göre, meseleyi karistirmaktan öteye gitmemistir (s. 35-40).
Buradan, modern matematigin baska bir kör noktasina geçebiliriz. Guénon'a göre, modern matematik uylasimcilik—ki uzlasimcilik veya konvansiyonalizm diye de ifade edilmektedir— adina sayilarin ve genel olarak matematigin bir çok yönünün kökenini ve varlik nedenini unutmustur (s. 3). Bu unutma öyle bir noktaya varmistir ki, matematigin gelisimi artik sirf uylasimcilik adina gerekçelendirilmistir. Her türlü keyfî veya rastgele kurulum, uylasimcilik adi altinda, geçistirilmektedir. Oysa uylasimcilik asla tatmin edici bir cevap olamaz. Çünkü, “Neden baska bir uylasim degil de bu uylasim?” sorusuna tatminkâr bir cevap verilemez. Her seçimin arkasinda mantiksal veya baska kimi nedenler de yatar. Bu nedenlerin uylasimcilik adina göz ardi edilmesi ise kabul edilemez bir seydir.

Guénon'un Tezleri Bizi Nereye Götürüyor?
Guénon'un tezleri aktarildiktan sonra, sorulmasi gereken ilk soru bu tezlerin bizi nereye götürdügüdür. Guénon'un matematiksel sonsuzu kabul etmeyisinin bizim için ne anlama geldigi üzerinde düsünmeye deger.
Bunun için, matematikçiler ve matematik filozoflari arasinda çogunlugu temsil etmeyen ve fakat azimsanamayacak bir akim olan sonlucular ile Guénon'un benzerliklerini ve farkliliklarini ele almakla baslayalim. Matematiksel sonlucularin en bilineni olan ve kendilerine insaci (sezgici) denilen grubu ele alalim. Insacilara göre, dogal sayilardan sonlu sayida basamak ile insa edilemeyen matematiksel önermeler, güvenilir degildir. Bu yüzden insacilar reel sayilar kümesi veya baska herhangi bir sonsuz kümeyi kabul etmezler. Bu noktadan bakilinca sonlucularin Guénon'a benzer oldugu düsünülür. Ne var ki, Guénon söz konusu matematiksel sonluculara küçümser bir edâ ile bakar. Ona göre, matematikçiler arasindaki sonlucular ve sonsuzcular seklindeki bölünme, sonsuz ile ilgili sorunlara bir çözüm getirmekten uzaktir. Sözgelimi Guénon, sonlucu matematikçi Renouvier'in ‘matematiksel sonsuz'u inkâr etmekle hakli oldugunu belirtir, ama “Renouvier metafiziksel sonsuza yabanci oldugu için baska bir problem olan atomculuga yakalanmistir” der (s. 63).
Bize göre Guénon'un iddialari aslinda matematiksel veya mantiksal olarak pekâlâ gerekçelendirilebilirdir. Sonlucularin yaptigi sey de özünde bundan pek farkli degildir. Yani matematiksel sonsuzun inkâri matematiksel olarak—veya en azindan matematiksel felsefe açisindan— ortaya konulabilir. Sözgelimi Chaitin gibi günümüz matematikçi-filozoflari, reel sayilarin sonsuzu gerektirdigini düsündügünden bu sayilarin ‘ real ' (gerçek) olmadiklarini ve dolayisiyla ‘var olmamalari gerektigini' söylüyor .4 Bu anlamda bu matematikçilerin sayi kavrami Guénon'un kavramina yakin: Her iki tarafta da, (örnegin 2, 398… gibi) reel sayilarda görülen sürekliligin aksine, sürekli olmayan veya ayrik (1, 2, 3, vb. ) bir sayi kavrayisi var (s. 64). Fakat, daha önce degindigimiz gibi, Guénon sonlucularin hiçbir sey sunamayacaklari görüsündedir. Dolayisiyla Guénon, modern matematigin sonsuzla ilgili bölümlerini tamamiyla reddeder görünmektedir. Tam da bu noktada, Guénon'un tezleri bize çok fazla sey sundugu için veya mevcuttan tamamen farkli bir tasavvur sundugu için (yani sonlucu veya sonsuzcularin tamamini reddedip alternatif olarak -matematikle zorunlu olarak bir ilgisi olmayan- metafizik bir sonsuz anlayisi), sorunludur. Guénon, modern matematigin ilgili kisimlarini toptan inkâr edip tamamen baska bir tasavvur teklif etmekle, modern matematigin bütün imkânlarini reddetmis olur ki bu bizce kabul edilemez bir seydir. Buna karsin, Guénon'un, sözgelimi, sonsuz küçükler hesabini toptan inkâr etmedigi; daha ziyâde, bu hesabin mantiksal gerekçelendirmesinin yetersiz oldugunu gösterdigi iddia edilebilir. Ne var ki, sonsuz küçükler hesabinin pratikte isler olmasinin Guénon için bir anlam ifade edip etmedigi ucu açik bir sorudur.
Belki anakronik bir elestiri yapmis olacagiz fakat zaten derdimiz Guénon'un bugün için bize ne ifade ettigini anlamaktir. Guénon, sözgelimi sonsuz küçükler bahsinde, pragmatik olan veya bilim cenahindan getirilen (örn. sonsuz küçükler hesabinin modern fizik ve mühendislikte sorunsuz bir sekilde yaygin olarak kullanilmasi türü) gerekçelendirmelerin tümünü dislamakla, her seye mantiksal bir temel bulma arayisindadir; bu ise aslinda sonuna kadar modern bir tavirdir. Yani, Guénon'un çabasi ile matematige temel bulmak için yogun çaba harcayan yirminci yüzyilin ilk çeyregindeki Russell, Hilbert ve Brouwer gibi modern matematikçi-filozoflarin çabasinda, birbirinden ne kadar uzak görünseler de, ortak bir taraf vardir. O da, sudur: Her iki kesim de her seye mantiksal bir temel bulma arayisindadir.
Oysa simdilerde matematikçilerin büyük çogunlugu böyle bir temel arayisini terketmistir. 5 Matematigin bir temele gereksinim duymadigini, 1967 yilinda Hilary Putnam cesur bir sekilde söyle dile getirmisti: “Kanimca matematik, açiklik gerektiren bir konu degildir; temellendirilmeye iliskin bir bunalimi da yoktur. Dahasi, matematigin temeli olmadigi gibi, bir temele ihtiyaci olduguna da inanmiyorum” (Putnam'dan aktaran Yildirim, 2000: s. 101). Sorunun temeli, kati bir temelcilik adina, matematigin bütün pragmatik yanlarinin reddinde yatmaktadir.
Bu elestirilerimizi bir yana koyarsak, Guénon'un kitaptaki tezlerinin asil önemli yani, bizi, matematiksel uylasim adina bütün anlamlarin buharlasmasini mesrulastirmaya karsi dikkatli olmamiz noktasinda uyarmasidir. Guénon'un matematik uylasim adina sonsuz ile ilgili meselelerin mesele olmaktan çikarilmasina karsi çikmasi dikkate degerdir. Gerçekten de, bütün gerekçelendirilmelerin uylasim adina yapilmasiyla, matematikteki seçimlerin arkasinda yatan dolayisiyla matematigin tarihini sekillendiren mantiksal veya baska türlü nedenler harcanmis olur. Sözgelimi, saatlerde ve genel olarak gökbiliminde altmisli taban veya sayi sistemini kullandigimiz gibi, neden günlük hayatta onlu sayi sistemi yerine altmisli sayi sistemini kullanmiyoruz? Bu tür sorularin cevabinin bir noktada gelip uylasima dayanacaklari dogru olsa da, tarihsel ve mantiksal nedenler olmaksizin, uylasimin bir basina tatmin ediciligi yoktur.
Bu nedenle, anlamda direten Guénon, sifiri ‘mutlak yokluk' seklinde sunan matematikçilere hakli olarak karsi çikmaktadir (s. 81-88). Guénon'un bu tür tezlerinin matematik ögretimi açisindan önemi azimsanamaz. Guénon izlenerek, sifirin teknik bir mesele olmaktan çok öte anlamlarla yüklü oldugunu kolaylikla görülebilir. Bu görüldükten sonra da sifiri ve genel olarak matematigi ‘teknik' bir mesele olarak ögretmenin anlamsizligi da ortaya çikar.

Notlar:
1. Cantor, sebebi tam olarak bilinmeyen akil hastaliginin etkisiyle, bu elestirilerden fazlasiyla nasibini almistir. 1884'te sinir krizi geçirmistir; 1885'te iyilesmeye baslamis, fakat üretkenligini yitirmistir; ve hayatinin geri kalan kisminda matematikle pek istigal etmeyip, sadece üç makale yazmistir. Ileri yaslarinda da hastaligi onu yalniz birakmamistir. Öyle ki, kimi zaman oldugu yerde hiç konusmadan öylece kala kaliyor; günlerini depresyon ve sinir bozuklugu ile mücadele etmekle geçiyordu. Birkaç kez akil hastanesine yatip çikar ve nihayet 1918 yilinda hastanede iken kalp yetmezliginden ölür. Cenazesine istirak edenlerin sayisinin az oldugu da biliniyor (Aczel, 2000). geri dön
2. “Alef” Ibrani alfabesindeki ilk harftir. geri dön
3. Ne var ki, daha sonra, Cantor'un sonsuzluk analizleri matematigin dayandigi küme kuraminda paradokslara yol açti. Matematikçiler ve filozoflar bu krizi asmak için matematigin temellerini güvenceye almaya çabaladilar. Matematigin temelleri konusunda bu çabalamalar ise baska bir incelemenin konusudur. geri dön
4. Ki Chaitin'in kendi çalismalarinin merkezini olusturan omega sabiti tamamen reel sayilara dayandigi halde! geri dön
5. Ayrica bir kisim son dönem filozof ve düsünürleri temelcilik karsiti bir konum belirlemislerdir. Temelcilik karsiti kimi düsüncelerin burada ifade ettigimiz elestiriyi etkilemis olmasini kabul etmekle birlikte buradaki tartismayi sadece matematikle sinirlandirmak durumundayiz. geri dön

Kaynakça
Aczel, Amir D. (2000). The Mistery of the Aleph: Mathematics, The Kabbalah, and The Search for Infinity . New York: Four Walls Eight Windows.
Chaitin, Gregory J. (2004). Matematigin Temelleri Üzerine Uyusmazlik Yüzyili. Matematik Felsefesi içinde, (Ed.) Gür, B. S., Kadim Yayinlari, 2. Baski.
Guénon, René (2003). The Metaphysical Principles of the Infinitesimal Calculus . Trans. By H. D. Fohr & M. Allen, Ed. By Samuel D. Fohr, Sophia Perennis.
Hilbert, David (2004). Sonsuz Üzerine. Matematik Felsefesi içinde, (Ed.) Gür, B. S., Kadim Yayinlari, 2. Baski.
Yildirim, Cemal (2000). Matematiksel Düsünme. 3. Basim. Remzi Kitabevi.

Kaynak: Bekir S. Gür, Guénon ve Matematiksel Sonsuz. Karakalem , Ocak-Subat, 2005, sayi: 1, s. 38-44.

Edebiyatın Düşünür Kraliçesi : İris Murdoch

“....


Aşk garip bir şey. Hiç şüphe yok ki dünyayı döndüren sadece ve sadece o. Tek önemli etkinliğimiz. Onun dışında her şey toz,çınlayan ziller ve can sıkıntıları. Ama öte yandan nasıl bir bela olduğu da malum. Nasıl da imkansızı hayalinde yaratır, ulaşılmazın ayaklarına sarılır. Herkesin herkesi dilediği gibi sevebileceği, tuhaf bir düşüncedir. Doğada bunu yasaklayan hiçbir şey yok. Kediler krallara bakabilir, değersizler iyileri, değersizler değersizleri, iyiler iyileri sevebilir. Veee bir bakmışsınız: Büyük ışık belki gerçeği belki yanılsamayı ortaya koyarak yanıyor. Ne acıdır ki, gizleme kalbi yer bitirirken insan nasıl yalnız seviyor,solipsizm içinde, beyhude bir kapsül içinde. Her şey olabilir, yani bir şekilde, korkunç bir şekilde, imkansız diye bir şey yoktur. Ah, ben de bunu düşündüm canım ve bu acımın önemsiz bir parçası değildi hiç. Sen beni sevebilirdin. Bu ne yazık ki, mantıksal olarak mümkündü. Fakat benim gitmeme sebep, görünenin olanaksızlığını anlamam değil, çok büyük aşkımın çok büyük bir yıkıcı olduğunu bilmemdir. Eğer aziz olsaydım seni sever ve bunu sana söyler, senin yanında kalır, sana hiçbir zarar vermez, seni zararsız hava gibi çevreler ve seni ne kadar sevdiğimi fark etmeni sağlardım.

.....”

İris Murdoch, Rüya Sakinleri,
Ayrıntı yayınları


Birkaç yıl önce, alzheimer hastalığına yenik düşerek yaşama veda eden İris Mordoch, felsefe ve edebiyat dünyasının önemli isimlerinden biriydi. Çağdaş İngiliz edebiyatının temsilcilerinden olan yazar, 1919 yılında Dublin’de doğdu. Uzun yıllar Oxford’da felsefe dersleri verdi ve 1954 ‘te yayımlanan ilk romanı Under The Net ile edebiyat serüvenine başladı. O günden, ölümüne kadar geçen süre içinde, yirmi iki roman, üç felsefi inceleme kitabı, iki piyes,çeşitli deneme ve makaleler ve bir de şiir kitabı yayımladı.

Yazarın romanlarında felsefeci kişiliğini gözlemek olanaklıdır. İronik bir dil, “insan” kavramının ikili ilişkiler üzerinden irdelenmesi, Tanrı ve “ahlaki iyi” kavramıyla yoğun bir hesaplaşma içinde olan kahramanlar eserlerinde en sık rastlanan öğelerdir.

İris Murdoch’un roman kahramanları, genelde kültürlü, zeki, çoğunlukla aşırı duyarlı ve sofistike yaratışlı kişilerdir. Bu kişiler kendilerini hep bir takım anlaşılmaz, içinden çıkılmaz durumlar içinde bulurlar ve çoğu kez akıldışı, şiddetli bir olay onlara özgürlüklerinin eksikliğini, bilgi ve sevgilerinin noksanlığını gösterir. Onun romanlarındaki ana temalardan biri de, cinselliktir. Murdoch, cinsellik olgusunu yıkıcı, olumsuz bir güç olarak görür. Ona göre ancak sevgiye dönüştürülmüş cinsellik belli bir değer ve anlam taşır. Temel kaygısı bireylerin birbirleriyle kurdukları ahlaksal ilişkileri öne çıkarmaktır. Bunu yaşamla mücadale etmenin teorik birikimine sahip; ancak birikimini eyleme dökmede cesaretsiz; karmaşık ikili ilişkilerin arasında boğulmuş, tanrı ve ahlakı sorgulamak zorunda kalan tiplemeler aracılığıyla yapar. Kahramanları bütün o görkemli kişilik özelliklerine karşın aynı zamanda zayıf ve zaafları olan, “masumiyet” lerini yitirmiş varlıklardır.

Bir İris Murdoch romanı okumanın tehlikeli ama çok da hayati bir iç serüven yaşamayı göze almak anlamına gelebileceğini söylemeden geçmeyelim. Tehlikeli çünkü, o sayfalarda bütün zayıflıklarınızla, zaaflarınızla ve yalnızlığınızla; yani “insan” la karşılaşabilir; insanı ve kendinizi yeniden anlamlandırma gereksinimi duyabilirsiniz. Hayati çünkü; İris Murdoch romanları “masumiyet”ini kaybetmiş insanı düşünmeye davet eder. Nietzsche’nin de dediği gibi: “ Düşünce masumiyetimizi kaybetmenin acısını unutturabilir.

Son olarak şunu söyleyelim : Bir İris Murdoch romanı okumanın mevsimi yoktur.

figen

1 Haziran 2007 Cuma

Asker Ağabey

Kasvetli bir sabah. Hava bulutlu ,normalde olması gereken gün ışığının yarısı bile yok. Çarşı iznimizi kullanacağız. Bu moralimi düzeltiyor. Kışladaki insanlardan farklı yüz ve yaklaşımlar görebileceğiz.
Önce bir güzel kahvaltı yapmalı. Kışla kahvaltısından farklı olsun. Yumurta lop pişmiş ve soğuk değilde yağ içinde sahanda olsun . Bugün ekmekleri de kızarttıracağım. Otlu peynir de yiyeceğim. Bir de, geçen sefer param yetmemişti Van çöreği yiyeceğim. Hele ballı kaymak yanına da sıcak bir parça çörek….
Van’nın meşhur kahvaltı sokağına indim saat 10 gibi , oturdum hemen çayımı nevaleleri söyledim. Önce bankaya uğramış para gelip gelmediğine bakmıştım. Henüz gelmemiş. Olsun cebimde ki para haftasonu yeter, dedim kendi kendime. Zaten kışlaya döndükten sonra bir dahaki hafta sonuna kadar arkadaşlardan idare edebilirim diye düşünüp rahatlattım kendimi. Tam bu sırada çayım geldi . Oh şapsız çay mis gibi kokuyor. Ağzıma aldım şekilsiz şekerlerden birini ; bunu yapmayı da burada öğrendim. Kıtlama, hafif ıslatıyorsun ağzında şekeri , yumuşayınca bir parçasını çayla birlikte yutuyorsun. Sonra bal ve kaymağa çalıyorsun çöreği çayla” oh be “ dedirtiyor insana.
Karnımı doyurdum son çayımı da gazeteme göz gezdirirken içtim. Kalktım kasaya yiyip içtiklerimin parasını ödemeye gittim. Kasaya gelen garson asker ağabey senin hesap ödendi dedi. Ben şaşkın kim ödedi hesabımı, diye sorduğumda senin iki masa arkanda oturan bir ağabey ödedi dedi. ’Sol arkamda oturan bıyıklı olan mı?’,’Yok tam arkandaki masada oturan şalvarlı poşulu öteki abi.’ dedi. Kimdi beni nerden tanırdı ki. Biri hiç tanımadığı birine neden böyle bir şey yapsın ki? Ankara’da böyle bir şeyin olma olasılığı nedir ki ? Soruları kafamda düşünüp durdum . Akşam ranzamda bu olayı düşünerek huzurlu bir uyku çektim.
Askerlik bitti. Ankara ‘ya döndüm.İşe başladım. Evlendim. Yaşam sürüyor. İki çocuğum oldu.
Bir gün kent dışına çıkmam gerekti. Gittiğim kentte sabah iş için buluşma saati gelene kadar bir pastanede oturup hem gazete okuyup hem de kahvaltı edeyim istedim. Kahvaltımı etmiş gazetemi okumaya dalmışken iki asker girdi. Acele acele oturup poğaça ve çay söylediler. Hızlı hızlı konuşuyorlardı . Kışlaya gelen poğaçaların hem sıcak olmadığını hem de böyle lezzetli olmadığını anlatıyorlardı. ( Bu ülkenin insanları hem askerini çok sevdiğini söyleyip hem de nasıl oluyor da taze ve lezzetli poğaçayı esirgiyorlar onlardan ? Sorusu geçiyor aklımdan.) Komutanları kente nevale almaya göndermiş bunları. Bunlar da hızla alışverişi yapıp kalan sürede kendilerine kahvaltı ısmarlamışlar. Onlar son çaylarını içerken benim buluşma vaktim gelmişti. Kalktım, kasaya yürüdüm garson da benimle geldi. Hesabımı çıkardı garsona asker ağabeylerin hesabınıda çıkarmasını söyledim. Ekledi benim hesaba ödedim , çıkarken birbirlerine sigara ikram edip son çaylarını içiyorlardı. Ben de buluşma noktama doğru hızla yürürken bana bu alışkanlığı bir öteki abinin öğrettiğini düşündüm.

Okuduğunuz bu öykü gerçektir. Sadece Van çöreği , ballı kaymak , sıcak poğaça yani kısacası iki , asker hesabını ödeme olayı dışında kişiler kurumlar ve kurgular kurmacadır. Ülkemizin doğusunda başlayan bu asker ağabeyin hesabını ödeme eylemi hala devam etmektedir. Batıdan doğuya giden asker ağabeyler doğudan bu alışkanlığı öğrenip batıya yaymaktadırlar. İyiliği karşılık beklemeden yapan nadir ailelerden birinin babası olan , sayın Baki Saygılıya bu öyküyü benimle paylaştığı için çok teşekkür ederim. Yaşam paylaştıkça güzelleşiyor.

DEVRİM

Eğitim-Öğretim ve "Hızlandırılmış Tren"-"Hızlı Tren"

Günlük dilimizde bu iki kavramın çok farkı yokmuş gibi görünebilir. Teknik dilde sanırım dağlar kadar fark vardır. Hatta biri teknik bir kavram bile olmayabilir. Peki bir kişi bu ayrımı nasıl anlayabilir ?
Sorun bu noktada başlıyor. Bireyin alacağı eğitim ve kültür bu ayrımı yapmayı ya da böyle bir ayrımın var olabileceğini anlamasını sağlayabilir. Eğer aldığınız eğitim evrensel, bilimsel , sorgulayıcı, şüpheci ve özgür değilse bu ayrımı anlamanız çok zordur. Peki İmam Hatip Liselerinden mezun olmuş birey bu ayrımın farkına varabilir mi ?
Şu anda iki eğitim – öğretim biçimi var gücü ile çatışmaktadır. İlki bilimsel temelli evrensel bir eğitim -öğretim diğeri ise dogmatik öğrenciyi tartıştırmayan durağan ve din temelli olan eğitimdir. Ülkemizde ikinci tip eğitim-öğretim Demokrat Partinin başa gelmesinden itibaren öne geçmiş hatta bayağıda yol almış görülüyor.
Dram ve komediyi bir arada izliyoruz şu aralar. MEB tavsiyeli 100 temel eser rezilliği ile her alandan beyinleri etkileme isteği hızla sürüyor. Gazete haberlerini takip ettiğinizde her hangi bir kamu kuruluşunda işe girebilmek için imam hatip lisesi(İHL) çıkışlı olmanın yeterli olduğunu görebilirsiniz. Uzmanlığınız olmasa da bir kuruma yönetici olmanız mümkün. İşi bilmeniz veya yeterli tecrübeye sahip olmanız önemli değil. Önemli olan bir İHL çıkışlı veya bir cemaat mensubu olmanız yeterlidir. Zaten dünya geçici bir mekandır bu bakış açısına göre yapılacak her hangi bir teknik hatanın Allahın taktiri olduğunu söyleyip sıyrılabilirsiniz. Diğer dünyada nasılsa hesaplaşacaksınız , hatalarınıza ceza kesilecek bir daha burada uğraşmaya ne gerek var diye düşünebilirler .
Muhammet Arifioğlu , Serpil Aktuzlu isimlerini hatırlamazsınız . Bu iki insan ‘Hızlandırılmış Tren’ cinayetinde katledilenlerden sadece iki isim olarak kayıtlara geçti . Bunca zaman geçmesine rağmen hala içi acıyan ve acıyacak insanlar var ve bu insanlar hesabın diğer dünyaya kalmasını istemiyor . Aynı hatayı sanırım Bolu Tüneli için de yapacaklar ve biz yine böyle yazılar yazacağız .
Aslında yapılan teknik hatalar sadece mühendislik hataları değiller . MEB bu yıl yaptığı hatalarla tarihe geçti.Bu hataları basından takip ettik . Neden yüklenilemediği ve bu hataların hesabı sorulmadığı da basınımızın ayıbı sanırım . AKP iktidarı başa geldiğinden beri yaptığı kadro değişiklerinde akıl yürütme eksikliklerinden dolayı(Akıl yürütme analitik zekayla mümkündür ve bu davranışı ancak bilimsel temelli bir eğitim-öğretim ile bireye kazandırabilirsiniz.) teknik özelliklere sahip ve deneyimli elemanların yerine bile İHL çıkışlı veya cemaatten olan elemanları atadılar. Dolayısıyla komik ve dramatik sonuçlu hatalar yaptılar.
OKS ve sonrası yerleştirme işlemlerinde ve açık lise sınavlarında yapılan hatalar basında yer almıştır.Bir ülkeyi güçsüzleştirmek istiyorsanız yapacağınız en doğru eylem eğitim-öğretime darbe indirmektir . Mutlaka sonuç alırsınız. Sonuç almada süre biraz uzasa da sonunda en sağlam sonuçları alırsınız .
Yapılan vahim hatalardan sonra çıkıp çok rahat bir şekilde hatayı ve yapanları savunabilirsiniz . Bunun nedeni zaten sizin için bu bir hata değil amacınıza gitmek için yaptığınız doğru hareketlerden biridir . İnsanlar için ise yapılan hatanın peşine düşmek ve hesap sormak gibi alışkanlıklar çok tan kaybedilmiştir . Çünkü hesap soracak insanlar zaten önceki okul döneminde tezgahtan geçirilip kullaştırılmışlardır.
Bu arada gene dünya olanaklarından yararlananlar İslamcı para babaları oluyor . Onlar çocuklarını ABD de okutuyor,onlar yatlarla adalarda tatil yapıyor .
Bu yüzdendir ki Türkiye de her şey olunabiliyorlar ama rezil olunamıyor .
Bu yüzdendir ki Türkiye de Eğitim-Öğretim ve‘Hızlandırılmış Tren’ –‘Hızlı Tren’ kazalarından sonra yetkililer yapılan uygulamalardan utanma ve suçluluk duymuyorlar.

Devrim

Doğunun Dağları Kadife Kaplı

Tank paleti , asker postalı , gerilla çorabı ve bisiklet tekerleği ve bu tekerleğin izi , TEKERLEKİZİ BİSİKLET GRUBU . Bağımsız , hiçbir kurum-kuruluş cenderesine sıkışmadan , yüreği ve aklıyla hareket eden altı insanız . Bu sefer gönlümüz doğuya düştü . 95’ten beri yollardayız . Bundan önce iki uzun tur daha gerçekleştirmiştik . İlki İzmir-Mersin (Akkuyu) 1995 “ Anti Nükleer Bisiklet Turu ” , ikincisi Sinop-Rize (Çamlıhemşin) 1999 “ Fırtına Vadisinden Elini Çek ! ” bisiklet turu.Bu ise 3. turumuz. 2000 Eylül’ünde projeyi Vedat aklımıza düşürdü . Yapılacak gibi gelmedi.Önceki turlarda olduğu gibi ...
Mayıs sonu geldiğinde o kıpırtı içimde yine başladı . Gitmek . Kendimi yollara vurma isteği . Onca anlamsız koşturmaca ve kuklalıktan sonra , bedenimi ve varlığımı tekrar hissetmenin zamanı . Yol çağıyordu beni ...
Proje basit . Van Gölü etrafını Vedat ve ben bir haftada pedallayacağız . Boşa pedal basmaktan , sadece kendi içimizi yıkamaktan hiç hoşlanmadık . İçimizle birlikte taze beyinleri sulamak amacımız . 230 kg kitap kaç koyuna , kaç kalıp otlu peynire ve kaç adet ahlat taşına karşılık gelir ?
Üç kişiyiz bu sefer . Diğerleri işten, güçten fırsat bulamadı . Belki de yaşam yakalarını bırakmadı kim bilir ? Biz hiç küçümsemedik kendimizi . Hep bildik gücümüzü ve nereden geldiğini bu gücün. Kitap toplayacaktık . Etrafımıza haber saldık . Sadece kitap istiyorduk. Okunası kitaplar . Biliyorduk , kimi evinin tozunu ve vitrinindeki fazlalığı raf açılsın diye gönderecekti . Biz sabırlıydık . Her şeyi kabul ettik . Bizim evde topladık kitapları . İşe yaramayanları ayıklayıp koliledik Figen,Vedat ve ben . Ben Devrim ...
En büyük destekçimiz Bilim ve Sanat Kitapevi’nden Mehmet ağabey . İki koli kitap verdi.Bu çaba için yaşam bize üç hafta izin vermişti . Toplayabildiğimiz 230 kg kitaptı .
Bu kitapları Van’a nasıl göndereceğiz ? Vedat birkaç telefon ve faks’la sorunu çözdü . THY kargoda bize 250 kg kontenjan ayırdı . 21 Haziran sabahı , önce kitapları Ankara semalarından saldık gökyüzüne Van’a doğru , ertesi gün de kendimiz çıktık yola.Hedefimiz Van ..
Doğuya ilk gidişim . O anlatılanları,zorla izlettirilen ve yazılanları bir kenara iteceğim belleğimden . Yeni görüntüler , sesler , diyaloglar , kokular ve dokular kaydedeceğim kendi algılarıma . TV ekranı , gazete kağıdı olmadan . Acılara dokunmamız imkansız zamanlarımız örtüşmüyor . Bizim tekerleklerimizin geçtiği yerlerden asker postalı,gerilla çorabı geçmişti.
Heyecanla uçaktan dağları izliyoruz . Hızla geçiyoruz kentlerin üzerinden , doğuya yaklaştıkça fark ediyorum,doğunun dağları kadife kaplı sanki . Van Gölün’den önce Nemrut Krater Göllerini görüyoruz . Ve Van Gölü.İnanamıyorum . Şekli aynı haritadaki gibi . Oysa Ankara’dan ötesi bizim için olağanüstü alacakaranlık kuşağı öykülerinden ibaretti . Şimdi ise
dağların üzerindeki kadife örtüye dokunacağız nerdeyse .
Yere indik . Şaşkınız.100.Yıl Üniversitesi bu kadarını yapmış olamaz . Havaalanında bir grup var . Hepsi el pençe divan aynı hizada . Oysa biz basit bir bisiklet grubuyuz . Tamam Van Gölü Turu’na kadar iki uzun tur yaptık . Fakat biz bu adamları ve temsil ettikleri kurumları protesto etmiştik . Hadi madem buraya kadar gelmişler , bir hizaya da geçmişler büyüklük bari Tekerlekizi’ inde kalsın dememize kalmadan uçağın kapısından inen bir toraman , adamların ellerine ve gelen basın mensuplarının görüntülerine yapıştı . Ve bir büyük bakan halkıyla buluştu .
Bu kalabalığı geçip içeri girdiğimizde kendi halkımızla karşılaştık . Nalan hanım* ve Bülent hoca** güleç yüzleriyle bizi kucakladı . İlk karşılaşma benim kafamdaki acaba sorularını silmeye yetti . Bu sanırım bir yolcu tecrübesi . Hiç bilmediğiniz bir yere gittiğinizde , sizi tanımadığınız birileri karşıladığında , bir elektrik hissediyorsunuz . İçinizde yüreğiniz ve beyninizin ürettiği bir elektrik oluşuyor . Bu elektrikle ya güç buluyorsunuz ya da güçsüzlük . İşte biz Van’a ilk ayak bastığımızda Nalan hanım ve Bülent hocadan bu gücü aldık .
Her şey ayarlanmış Nalan hanım bir profesyonel . Bizim düşünemeyeceğimiz ayrıntıları düşünüp organize etmiş turu . Basın açıklaması, Yücel bey*** ile yemek,kalacak yerlerimiz ....
100.Yıl Üniversitesi basından takip ettiğim kadarıyla bana kara , kapkara görünüyordu . Fakat Nalan hanım ve Bülent hoca ile karşılaşır karşılaşmaz aydınlık vurdu yüzümüze . Bu aydınlık Yücel bey ve Zühre hanımla**** devam etti . Artık 100.Yıl Üniversitesi’nde yurdunu ve halkını seven aydınlık yüzlü insanlar var .
Öğle yemeği yiyoruz . Temkinliyim . Acaba akademik kariyer duvarına çarpacak mıyız ? Rektör ceketini çıkardı , kollarını sıvadı ve törensellikten uzak bir şekilde ekmek banarak salataya saldırdı . Acaba sorusu silinip gitti . Sohbet oldukça keyifli. Bize yapılanlardan ve yapmayı istediklerinden bahsediyorlar . 100.Yıl Üniversitesi’nin yönetimini devraldıktan sonra düzenledikleri sosyal , kültürel , bilimsel toplantıları ve çalışmaları anlatıyorlar . Şaşırıyoruz . Karşımızda alternatif sporlardan bahseden bir rektör , kamp yapmayı seven bir rektör yardımcısı ve bisiklete binen basın danışmanı ve dekan yardımcısı görünce... Futbolun dışında sporları duymak ne güzel . İyice uzaklaşıyoruz televole kültüründen ...
Yücel bey ve ekibi , Van ve 100.Yıl Üniversitesi’ni , daha doğrusu bu ülkenin Doğu’sunun da gerçekte var olduğunu ve bilim ürettiğini ülkeye ve dünyaya anlatmaya çalışıyorlar . Bizce çok haklılar . Öğrencilerine ve halka kuantum teorisini, geometri ve analitik düşünceyi anlatabilecek insanlar arıyorlar. Bilimi , halkın uzanıp alamayacağı yerden indirip,halkla paylaşmak istiyorlar .
Sabah 05:00 uyandık . Şaşkın ve heyecanlıyız . Yüzünü yıka,çantaları kontrol et,mataralara su doldur ....
Bisikletleri yükledik . Çıkış fotografımızı çektik.Hava tahminimizden daha serin ve ilk pedallar kampüs içinden çıkmak için ...
İlk gün 90 km basıp Erciş’e varmalıyız . Biraz tedirginiz.İlk günden bu kadar bedeni zorlamak sakıncalı olabilir . Kısa bir süre sonra gölün kıyısından uzaklaşıyoruz . Timar’a kadar gölü göremeyeceğiz . Farkında değildik , su bize moral veriyormuş . Fakat kadife kaplı dağlar arasında ilerlemenin keyfi bambaşka . Birde hayvan sürüleri ve onları bekleyen köpekler olmasa . Bisikletle giderken , herhangi bir motorlu araçla gittiğinizde fark edemediğiniz ayrıntıları yakalıyorsunuz . Kelebekler asfalt üzerinde uçmadan kanatları kapalı öylece güzel renkleriyle duruyorlar . Doğunun dağları kadife , yolları kelebek kaplı .
Hem dinlenmek hem de Vedat’ın 10 km de bir inen lastiğini tamir etmek için mola verdik . Göl kıyısında lokanta-kahve arası bir mola yerinde durduk . Lastik sorununu çözdükten sonra göle girmeye karar verdik . Su sodalı olduğu için tadı biraz acı fakat bedenimizi rahatlattı . Kahvenin sahibi Halil , sonrasında iki sürahi suyla duş aldırdı bize . Çıkıp giyindik sonra . Vedat çalışma arkadaşlarına mesaj yazıyordu . Halil ve etrafındaki çocuklar Vedat’ın başında durmuş , yazdıklarını heceliyorlardı .
“ ben şim-di Van gö-lü-ne gir-miş se-rin-ler-ken ..... ”
Mısır’daki piramitlerin yapılma nedenlerinden biri de ; insanların bu yapıları gördüklerinde kendilerini bu büyüklükler karşında aciz ve güçsüz hissetmelerini sağlamaktı.Sanki Süphan dağı olduğu yere doğa tarafından aynı amaçla konulmuş . Heybeti karşısında kendinizi küçücük hissediyorsunuz . Göl boyunca hiç yalnız bırakmıyor Süphan sizi . Aslında insanın içinde çok fazla değişen bir şey olmamış . Thales İ.Ö.6.yy’da Keops Piramidi’ne matematiksel olarak tırmanmak istemiş ve piramidin boyunu bulduğu benzerlik teorisiyle hesaplamış.Şimdi ise doğa severler Süphan’a tırmanıyor .....
Timar yakınlarından geçerken yolun solundaki köyde bir kalabalık gördük . Yirmi , yirmibeş erkek dışarıda oturmuş kendi aralarında sohbet ediyorlardı.Bizi fark edince yola çıkıp , ”Buyurmaz mısınız ? ” dediler . Gittik . Düğün varmış . Düğün Yemeği ikram ettiler . Yemeklerimizi yerken bir yandan da köylülerle sohbet ediyorduk .
Bir kısmı hiç okula gitmemiş . Bazısı bununla övünüyor . Kimisi ilk okulu yarım bırakmış .
Buraların en büyük sorunu eğitim ve öğretim . Gittiğimiz diğer yerlerde de karşımıza çıkıyor bu sorun . Çalışmak için gittikleri büyük kentlerden yeniden bölgeye ters göç yapmış olanlar var aralarında . Ankara’dan geldiğimizi öğrendiklerinde hemen hepsi “ 550 kişi ” yi soruyor ve o soruş biçimi gösteriyor ki , ellerine fırsat geçerse o 550 kişinin vay hallerine ......
Erciş’e vardık . Saat 16:00 . Oldukça yorgunuz . Güneş yanıklarımız canımızı yakıyor.Kalacağımız yere ; Cumhuriyet Konuk Evi’ne gidiyoruz . Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkıyoruz . Hem alışveriş yapacağız hem insanlarla konuşup tanıyacağız coğrafyayı ...
Çarşıdayız . Vedat bir dükkana girdi , ben dışarıda bekliyorum ; dört , beş metre ileride esnaf bir yandan bana bakıp , diğer yandan onüç , ondört yaşlarında bir çocuğu örgütlüyor : ” Git la , hello de ”Çocuk , yanıma yaklaşıp gülümseyerek “Hello”diyor . Karşılığında
ağzımdan çıkan “ Merhaba ” sözcüğüyle donup kalıyor . Esnafa dönerek “ Nasılsınız ? ”diye sorduğumda ; şaşkın birbirlerine dönüp ” la ne güzel Türkçe konuşuyor ”diyorlar .
Bir dükkan önüne tabureler çekiliyor , çaylar söyleniyor . Göl kıyısında müsafirperverlik had safhada . Konuşmaya başlıyoruz : Günlük sıkıntılar , memleket hali . Doğal olarak herkes kendi düzleminden giriyor konuşmaya .
.. .önünde oturduğumuz dükkanın sahibi , sıcaktan bunaldığı için işinin başında şort giyebilmek , içkisini tekel bayiinden gizli almamak ve içmek için
ilçe sınırları dışına gitmek zorunda kalmamak istiyor . Şoför olan başka biri ;
araba kullanırken güneş gözlüğü takmak istiyor . ÖSS ‘ ye giren bir genç ise ; kız arkadaşı ile rahatça dolaşabilmek , bir pastanede oturup sohbet edebilmek ...
Ben ise ; ne kadar lüks isteklerim olduğunu fark ediyorum .. .

Sabah 05:30dan beri yoldayız . Saat 10:00 ve kahvaltı yapmak için bir benzin istasyonu bulmaktan çoktan vazgeçtik . Ağaç gölgesine razıyız . Sonunda Patnos yol ayrımında karayolları bakım onarım yerine ulaşıyoruz . Bahçesinde altmış yaşlarında bir adam yarım ekmek ve bir domatesle kahvaltı ediyor . Yakınlarda bir benzin istasyonu bulamayacağımızı söylüyor . Bu durumda çay ikramını kabul etmekten başka çaremiz kalmıyor . Tüm sohbetimiz sırasında aklının almadığı o
şeyi sorup duruyor bize :
“Sizin arkanızda devlet yoh mudur ? ”
“Yok dayı , biz kendimiz çıktık yola ”diyoruz
“Ben bu işten bir şey anlamamışam ! ”diye karşılık veriyor o da . Sonra dayanamayıp tekrar soruyor:
“Peki size kimse para vermi mi ? ”
“Yok dayı,cebimizden ödüyoruz . ”
“Ben bu işten bir şey anlamamışam . ”
Karayolları bahçesindeki ağaç altında oturmuş , tahta masadaki kahvaltımızı henüz bitirmiştik ki,bir jandarma arabası bitiveriyor . Dört jandarma eri iniyor arabadan. Ellerinde Vedat ve benim adlarımızın yazılı olduğu bir kağıt tutuyorlar . 100.Yıl Üniversitesi’nin isteğiyle bizi koruyup , eskortluk yapmak için gelmiş jandarmalardı bunlar . Böyle bir şeyi hiç tahmin etmediğimizden çok şaşırıyoruz . Tüm yol boyunca bizi izleyeceklerini , polis mıntıkasına geldiğimizde ise izleme işini polisin yapacağını söylüyorlardı . Yol boyunca
askerlerle sohbetlerimiz oldu . Bu sohbetlerde dikkat çeken yan ; askerlerin bize turistik bilgiler veriyor olması idi .
“ Süphan’a çıkın. ”
“ Ak damar adasına da gidin. ”
“ Krater gölü var , şelale var oralara da gidin . ”
“ Aslında buralar güzel yerler , anlatın insanlara gelsinler buralara . ”
Askerler de bölgedeki sorunların çözümünü artık sosyo-ekonomik gelişimde görüyorlar . Ancak halk hala çokça çekiniyor onlardan . Bizimle son derece rahat konuşan köylüler , askerleri gördüklerinde rahatlıklarını hemen kaybediyorlar .
Biz önde askerler arkada Adilcevaz’a ulaşıyoruz . Orada yemek molası veriyor ve tekrar Ahlat’a doğru yol almaya başlıyoruz . Ahlat girişinde bizi Ovakışla İlköğretim Okulu müdürü Yalçın karşılıyor . Konaklayacağımız yeri gösteriyor ve ardından bizi Ahlat’ın güzelliklerini görmeye götürüyor . Selçuklu mezarlığı,kümbetler,kale ve camiler.. Tarih yanı başımızda sanki... Ertesi sabah Ovakışla İlköğretim Okulu’nu ziyarete gidiyoruz . ” Ovakışla Günlüğü ”nün genel yayın yönetmeni Fırat ( gazete , okul öğrenci ve öğretmenlerinin ortak ürünü ) bizimle röportaj yapıyor . Bu onbir yaşındaki çocuğun sorduğu soruların niteliği bizi şaşırtıyor . Okul Müdürü Yalçın’ın odasında yaptığımız kahvaltının ardından , topladığımız kitapların bulunduğu kolileri açmaya başlıyoruz . Ovakışla İlköğretim Okulu çok amaçlı bir salona sahip olmak istiyor . Bu salonun bir bölümünü kütüphane olarak kullanıyorlar ve yaklaşık 3500 kitaplık bir kütüphane oluşturmayı başarmışlar . Salonun diğer kısmında bir sahne ve oturma grupları oluşturup,öğrencilere ve yöre halkına yönelik etkinlikler düzenlemeyi düşünüyorlar . Bu amaçla ; video projeksiyon cihazı ve renkli baskı makinesi alabilmek için Dünya Bankası’nın açtığı proje yarışmasına katılıp,başarılı olmuşlar ve istedikleri desteği elde etmişler . Kütüphanedeki kitapların büyük bir çoğunluğu okumaktan yıpranmış durumda . Bu yıpranmış kitapların bir kısmı bizim götürdüklerimizle yer değiştirdi . Kalan kitapları ise çevre okullara dağıtmayı Ovakışla İlköğretim Okulu üstlendi . Ovakışla Ahlat’a 18 km uzaklıkta bir belde ve buraya 12 köy okulu bağlı . Bu okulların gereksinimlerini Ovakışla’daki öğretmen dostlarımız bildiklerinden Ovakışla İlköğretim Okuluna gelen kitap ve malzemenin bir kısmını buralara dağıtıyorlar . Okulun gazetesi “Ovakışla Günlüğü”fotokopi ile çoğaltılıyor . Ancak Dünya Bankasından gelen desteğin bir kısmı ile renkli baskı makinesi alacaklar ve gazetelerini artık renkli olarak kendileri çoğaltacak.Tüm bunlar o okulda görev yapan insanların çabalarının bir sonucu . İnsan bu güzel insanları gördüğünde , ülkedeki onca daralmanın yanında rahat bir nefes alıyor . Yalçın , Mesut , Mahmut , Recep ve Zeynep öğretmenlerin varlığı aydınlatıyor doğuyu..... Meraklısı için, www.ovakisla.com adresinden gazete okunabilir , çalışmaları hakkında bilgi alınabilir ve hatta yardım ederek çalışmalara katılabilinir . Ahlat’ta kaldığımız iki gün son derece keyifliydi.

Sonraki durağımız Reşadiye köyü . Yeni adıyla Yelkenli akıllı yöneticiler sorunları köylerin isimlerini değiştirerek çözebileceklerini sanıyorlar . Şekille , içine bakmadan , göz boyayarak ve halklarını tanımamakta ısrar ederek .....
Tatvan’a ulaştığımızda kendimizi kötü hissetmeye başladık . Daha önce de söylediğim gibi,yeni bir yere girdiğinizde aldığınız elektirikle ilgili bu . O ana kadar konuktuk ; herkes yardımcı olmaya çalışıyor ve herhangi bir karşılık beklemiyordu. Tatvan’da ise,biz ev sahibiydik sanki onlar da konuk . Sürekli talep eden insanlar vardı karşımızda. Herhangi bir şey alabilmek için sürekli isteyen insanlar . Sigara , para ya da ısrarla bez ayakkabılarımızı boyama..... Bütün bunların temelinde , bu coğrafyada , Tatvan’ın diğer yerlere oranla daha fazla göç almış olması yatıyordu.Tatvan’da sokakta mendil satan çocukları göreceğimi hiç düşünmemiştim Kızılay’daki gibi... Tatvan’dan çabuk ayrıldık . Kentin havası moralimizi bozmuştu . Belki bunda göl kıyısından bir süreliğine uzaklaşmış olmamızın da etkisi vardı . Dağlar arasına sıkışıp kalmıştık . Bu arada bir batık kredi nasıl oluyor onu da gördük . Süt ve deri fabrikası tabelasının arkasında sadece kolonlarla iskeleti çıkmış bir yapı . İskeleti çık,krediyi al ve kaybol projelerinden biri daha ...
Reşadiye köyüne ulaştık . Biraz yorgunuz.Karayolu işçileri yol onarımı yapıyor. Yanımıza gelip bize soğuk su ikram ettiler . Tekerlekizi karayolu işçilerini her zaman sevmiştir.Biz de onlar da asfaltı çok iyi biliyoruz . Nalan hanımla telefonda görüştük . Daha gelmelerine iki saat var . Köy kahvesine gitmeye karar veriyoruz. Temkinliler . Yol boyunca alıştık ; onlarınki geçmişten beri gelen bir temkin sanırım . Yaşlı birkaç amca ve birkaç genç var kahve önünde oturan .

Birer tabureyle , ” Selamün aleyküm ” çekiyoruz.
Bizimle yaşlılardan biri konuşuyor . Kim olduğumuzu , nereden geldiğimizi ve neden bu yolculuğa çıktığımızı soruyor . Yol boyunca defalarca tekrar ettiğimiz açıklamalar düşünmeden dökülüyor dudaklarımızdan . İkna oluyor .
Başlangıçtaki uzaklık “ gençlere birer çay ver bakalım ”cümlesiyle yakınlaşmaya dönüşüyor . Bize Reşadiye adının nereden geldiğini anlatıyor önce . Sultan Reşat’ın bu köye gelip , köyü çok beğenmesi sonucu köyün Reşadiye adını aldığını öğreniyoruz böylece . Başka biri bize Deniz Gezmiş ‘in Hakkari’de yaptığı köprüyü anlatıyor gizli bir hayranlıkla . Konu konuyu açıyor , sohbet koyulaşıyor ; devlet meseleleri , küreselleşme , devletin tarım ve hayvancılık politikası konuşuluyor artık . Yaşlılar kendi aralarında kürtçe konuşuyorlar . Bu dilin değişik , kulağa hoş gelen bir tınısı var . Bu arada jandarma görünüyor yine ve köylülerin tavrı buna paralel olarak anında değişiyor . Nereye gitsek bu değişimi gözlüyoruz ve artık tuhaf gelmiyor . Bir süre sonra Nalan hanım , Bülent hoca ve Zühre hoca geliyor . Göl kıyısında hoş bir yerde kamp yapacağız . Biz çadırları kurmaya çalışırken ; köylüler de yardımseverliklerini seferber ediyor ve gereksinim duyacağımızı düşündükleri malzemeleri veriyorlar . Ateş yakıyoruz . Dostların arasındayız ve moralimiz oldukça yüksek .
Ertesi gün Edremit’e ulaşıyoruz . Burası sanki Antalya’nın turistik bir beldesi görünümünde . Nalan Hanım’ın Van’a neden Vantalya dediğini artık daha iyi anlıyoruz Edremit’te . Bir öğretmen arkadaşımızın amca oğlu olan İbrahim bizi de amca oğulları yapıveriyor hemen kendine . Onun bizi sahiplenişi , misafirperverliği yol boyunca rastladıklarımızdan farklı değilse de yine de inanmakta güçlük çekiyoruz .
Turumuz Edremit’te sona eriyor . Bilanço: benim sakatlanan ayak bileğim,Vedat’ın hasarlı dizi ve yaptığıyla onur duyan iki adamla onların bisikletleri . Sakatlıklarımız bizi Edremit’ten 100.Yıl Üniversitesi’ne araçla gitmeye zorluyor .
Ve bir turu noktaladık . Sonuç mu ? Bir coğrafyayı tanımanın ve anlamanın en iyi yolu oraya gitmek ve oralardan mümkün olduğunca yavaş geçmek : ” Bisiklet hızıyla ” . İnsanlarla konuşmak , oralı biri gibi davranmayı , ” kıtlama çay içmeyi ” öğrenmek ve kısacası oradaki yaşamın içine dahil olmak . Biz her bisiklet turunda bunu yapmaya çalıştık . Ve Van Gölü Turu , Tekerlekizi Bisiklet Grubuna şunu öğretti.

“doğunun dağları kadife ,
yolları kelebek kaplı . ”
Yücel Hoca’nın söylediği ne kadar doğru:
“Anadolu bitmez....”

*Nalan Hanım:100.Yıl Ünv. Basın Danışmanı
**Bülent Hoca:100.Yıl Ünv.Eğitim Fakültesi Dekan Yrd. ,Beden Eğitimi ve Spor Bölüm Bşk.

***Yücel Bey:100.Yıl Ünv.Rektörü
****Zühre Hanım:100.Yıl Ünv.Rektör Yardımcısı

100.Yıl Üniversitesinin aydınlık yüzlü insanlarına teşekkürlerimizle.......

DEVRİM



ÖTEKİ

Benim dışımdaki , benim gibi olmayan , benim gibi düşünmeyen , benim gibi giyinmeyen , benim gibi yemeyen,benim gibi müzik dinlemeyen, benim gibi üzülmeyen , benim gibi sevinmeyen, benim gibi yürümeyen , benim gibi koşmayan , benim gibi bakmayan …..
ÖTEKİ .
Benim var oluşum . Beni yapan.Bana katan.
Önce ;
tepkisel olarak tabii ki ben diyorum . Sonra yavaş yavaş sakinleştikçe benim dışımın farkına varmaya başlıyorum,tanımaya anlamaya çalışıyorum . Zor oluyor önceleri , öğrenmek en zor eylemlerden biridir . İnat ediyorum
öğrenmeye ve anlamaya çalışıyorum . Konuşuyorum , okuyorum , dinliyorum ve düşünüyorum sonra tekrar aynı eylemleri yapıyorum . Anlayacağım inat ediyorum.Anlayamadığıma saçma diyemiyorum . Kendime anlayamadım diye şans tanıyorum. ÖTEKİNİ karalamamayı öğreniyorum .
Şimdi ;
kendimin ÖTEKİ için ÖTEKİ olduğunu fark ediyorum . Bende bir ÖTEKİYİM. Beni anlamasını bekliyorum . Anlatmaya çalışıyorum . Nasıl baktığımı , nasıl dinlediğimi , nasıl üzüldüğümü,nasıl dokunduğumu , nasıl yürüdüğümü , nasıl sevindiğimi,nasıl yediğimi , nasıl yürüyüp koştuğumu …
Vakit geçiriyoruz . Birlikte anlamaya çalışıyoruz . Birbirimize katıyoruz Kattıklarımızı geliştirip zenginleşiyoruz .
Birbirimizin birbirimize karşı köşelerini törpülüyoruz . Bizi anlamayanlara birbirimizi anlatıyoruz .
Sonra ;
Ne güzel bir tat bu , senin mi yo hepimizin , hepimiz için . Bana da öğretir mi sin ? Olur öğretirim . Öğretmenim oluyor . Ben de horon öğretiyorum . Bildiğim ona farklı gelen bu , benim ÖTEKİLİĞİMDE .

Devrim